8 Ağustos 2016 Pazartesi

Darbe, bıçak, boğma… Köprüde öldürülen Harbiyelinin ailesi isyan etti..!

Darbeİzmir’de yaşayan Tekin Ailesi, 15 Temmuz sonrası çocuklarından 12 gün haber alamadı. Yalova’da kampta olduğunu sanan aile, ardından cezaevine konmuş olabileceğini düşündü. Fakat hiçbir listede adı bulunmadığı için morgları gezerek, isimsiz cesetleri taradı. Nihayet, 27 Temmuz’da oğullarının tanınmaz haldeki cesedini morgda bularak, İzmir’e götürdü. Tekin’in cenazesi, İzmir’de selasız şekilde toprağa verildi.
Tekin’in ablası Mehtap Tekin’in verdiği bilgiye göre, İstanbul Yeşilköy’deki Hava Harp Okulu 2. sınıfta okuyan Murat Tekin, 15 Temmuz günü, eğitim için Yalova’ya götürüldü. Ancak daha sonra Tekin’in de içinde bulunduğu askeri öğrenciler ‘Tatbikat var’ denilerek, otobüsle Boğaziçi Köprüsü’ne doğru yola çıkarıldı. Otobüs köprüye yanaşırken; etrafı vatandaşlarca çevrildi. Askeri öğrencileri polisler kurtarıp bölgeden uzaklaştırırken; Tekin ve iki arkadaşı kalabalığın içinde kaldı.
DARBE, BIÇAK, BOĞMA
Hürriyet’ten İsmail Saymaz’ın haberine göre; o akşama ait kamera görüntülerinde, Murat Tekin’in öldürülmeden hemen önce kalabalık içinde şaşkın halde etrafına bakındığı görülüyor. Tekin’in hemen sonra yardım için bir arkadaşına doğru yürüdüğü düşünülüyor. Ve genç harbiyelinin burada öldürüldüğü tahmin ediliyor.
Otopsi tutanağında ölüm nedeni, ‘vücutta yaygın darp, kesici delici alet yaraları ile boyun baskısı ve ağız burun kapanmasına bağlı boğulma’ gösteriliyor.
Abla Mehtap Tekin, kardeşinin kandırılarak köprüye götürüldüğünü, kimseye ateş açmadığını ve hain olmadığını belirtti. Kardeşinin ölümüne yol açanlardan şikayetçi olduğunu ifade eden Tekin, şöyle devam etti:
‘HALK AYAKLANDI, CANLI BOMBA VAR DENİLEREK GÖTÜRÜLMÜŞ’

“En son 12 Temmuz’da görüşmüştük. Bana ‘Abla çok mutluyum, tek başıma uçuşa seçildim’ diye yazmıştı. Pilot olacağına seviniyordu. Olaylar olunca kendisine ulaşamadık. Biz Yalova’da kampta olduğunu sanıyorduk. ‘Halk ayaklandı, canlı bomba var’ denilerek, götürülmüş. Çocuklar otobüste uyuyormuş. Halk otobüsün camını kırınca uyanmışlar. Biri ‘Çocuklar inin, size bir şey olmasın’ diye bağırıyor. Duyumlarımıza göre çevik kuvvet ekipleri geliyor. Öğrencileri kurtarıp götürüyor. Kardeşim ve iki arkadaşı kalıyor. Murat, bir arkadaşının linç edildiğini gönüyor. Kardeşim şaşkın halde bakınıyor. Sonra da arkadaşına doğru gidiyor ve orada öldürülüyor.”

'Darbe ayrıştırır, demokrasi barıştırır'

'Darbe ayrıştırır, demokrasi barıştırır'15 Temmuz darbe girişimi ardından Meclis'te 3'üncü parti konumunda bulunan Halkların Demokratik Partisi'nin (HDP), Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve AKP hükümeti tarafından hedef gösterilerek, dışlanmasına tepki gösteren aydın, gazeteci, yazar ve akademisyenler 113 kişinin imzaladığı bir açıklama yaptı.
Aralarında Rıza Türmen, Hasip Kaplan, Esra Mungan, Ahmet Telli, Ahmet Ümit, Akın Birdal, Levent Tüzel, Nuray Sancar, Oya Baydar Cezmi Ersöz, Eşber Yağmurdereli, Jülide Kural, Melda Onur, Şebnem Korur Fincancı gibi isimlerin imzası olduğu açıklama, "Darbe ayrıştırır, demokrasi barıştırır" başlığı ile yayınlandı.
Bildirinin tam metni şöyle:
"Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Başbakan, Sayın Meclis Başkanı, Sayın muhalefet partileri başkanları, bombalanan Meclis'in dört parti grubu da darbe girişimine karşı açık tavır aldı. Cumhurbaşkanlığı makamında, TBMM'de, meydanlarda meclisin üçüncü büyük grubu HDP dışlanıyor. Demokrasi için beraberliğe en çok ihtiyacımız olan bu dönemde, söz konusu yaklaşım alenen ayrımcılık yapmak değil mi?
"Siyasi liderlerin söz konusu ayrımcı tutumu, medyanın da aynı yaklaşım doğrultusunda dışlayıcı yayın yapmasına yol açıyor, toplumdaki kutuplaşmaya hizmet ediyor. Parlamenter demokrasiye ve milletin egemenliğine sahip çıkılması gereken, içinden geçtiğimiz kritik süreçte, sizleri sorumlu davranarak bu ayrımcı yaklaşımı terk etmeye, ülkeyi çoğulcu yapısıyla ve bütün renkleriyle kucaklamaya davet ediyoruz."
Bildiriye imza atan 113 isim şöyle:
Ahmet Şık, Ahmet Telli, Akın Birdal, Ali Haydar Konca, Ali Nesin, Arif Ali Cangı, Aslı Biçen, Aslı Telli Aydemir, Atilla Güney, Aydın Selcen, Ayla Tokmak, Ayşe Başar, Ayşe Erzan, Ayşe Günaysu, Ayşe Semiha Baban, Bahadır Altan, Baskın Oran, Bilge Selçuk, Burak Kalpaklıoğlu, Bülent Atamer, Celal Ay, Celal Yıldırım, Cevat Öneş, Cezmi Ersöz, Çiğdem Özbaş, Doğan Bermek, Emel Kurma, Ercüment Gürçay, Erdal Karayazgan, Erdoğan Aydın, Esra Mungan, Eşber Yağmurdereli, Ezgi Başaran, Fethiye Çetin, Firdevs Tatlı, Gaye Boralıoğlu, Gençay Gürsoy, Gülnur Aksop, Gülseren Onanç, Gülten Kaya, Hacer Ansal, Hakan Öztürk, Hakan Tahmaz, Halime Güner, Haluk İnancı, Haluk Kaya, Hanife Aliefendioğlu, Hasan Ali Kemal, Hasip Kaplan, Hülya Gülbahar, Hüseyin Demirdizen, Hüsnü Öndül, İbrahim Kaboğlu, İsmail Başaran, İsmail Beşikçi, Jaklin Çelik, Jülide Kural, Kadir Akın, Koray Çalışkan, Levent Akçasu, Levent Tüzel, Mebuse Tekay, Mehmet Güleryüz, Melda Onur, Meral Camcı, Meryem Koray, Murat Akgündüz, Murat Çelikkan, Murat Özgünay, Murat Özyüksel, Müge Sökmen, Orhan Esen, Nazım Alpman, Necmiye Alpay, Nesrin Nas, Nuray Sancar, Nurcan Baysal, Orhan Karakoyun, Orhan Silier, Osman Kavala, Oya Baydar, Oya Ersoy, Oya Özarslan, Ömer Faruk Gergerlioğlu, Pınar Kılıçer, Rıza Türmen, Rona Aybay, Salman Kaya, Sefa Feza Arslan, Selahattin Nesipoğlu, Sema Bayraktar, Semih Sökmen, Semra Somersan, Servet Demir, Sevil Demirci, Seyfi Öngider, Süleyman Eryılmaz, Şahika Yüksel, Şebnem İşigüzel, Şebnem Korur Fincancı, Tahsin Yeşildere, Tatyos Bebek, Tuna Altınel, Tuncay Birkan, Turap Günay, Turhan Ata, Ümit Kıvanç, Yusuf Alataş, Yüksel Selek, Zeki Kılıçaslan, Zelal Ekinci, Zeynep Tanbay, Ziya Halis.

8 Haziran 2016 Çarşamba

3 GÜNDE KAZANDIĞI PARA SADECE 15 TL


  Halkların Köprüsü Derneği’nin hazırladığı rapor, ülkelerindeki savaştan kaçan Suriyeli mültecilerin nasıl emek sömürüsüne maruz kaldıklarını ortaya koydu. Bu mültecilerden biri olan 3 çocuk annesi Huriye Hasan’ın, sigortasız olarak metresi 1.5 TL karşılığında yaptığı gelinlik işlemesi işinden 3 günde eline geçen para sadece 15 TL.
Uluslararası Af Örgütü verilerine göre, Türkiye’de kayıtlı mülteci sayısı 3 milyonun üzerinde. Bu mültecilerin 250 bini AFAD kamlarında barındırılırken, geriye kalan 2 milyon 750 bini ise Türkiye metropollerinde yoğun hak ihlali ve emek sömürüsü altında yaşamaya tutunma uğraşı içerisinde. Suriye’de yaşanan iç savaş ve DAİŞ vahşetinden kaçarak Türkiye’ye gelen mültecilerin oldukça büyük bir bölümü İzmir’e yerleşmiş durumda.
İzmir Halkların Köprüsü Derneği’nin 99 mülteci aileden 112 kişi ile yaptıkları görüşme sonucu hazırladığı Mültecilerin Çalışma Hayatına Dair Saha Araştırması Raporu, mültecilerin yaşadığı hak ihlalleri ve emek sömürüsünü de gözler önüne serer nitelikte.
Her 5 mülteci çocuktan 1 çalışmakta
Raporda görüşülen 112 kişinin 1’i kız çocuğu olmak üzere 3’ü kadın, 26’sı erkek çocuğu olmak üzere 109 kişi erkek. Görüşülen bu hanelerde yaşayanların ise 143’ü kadın, 130’u erkek ve 295’i de çocuk.
Bunlardan ise sadece 127 kişi çalışıyor. Her 5 kişiden ancak birinin çalıştığı anlaşılan görüşülen bu mülteci ailelerin okul çağında 130 çocuğu var ve bu çocukların 29’u okul okumak yerine bir işte çalışır durumda. Çalışan toplam 93 kişinin ise hiçbirinin ne iş sözleşmesi var nede iş güvencesi ve sigortası.
Mülteciler işten atılmaktan korkuyor!
Çalışmakta olan bu 93 kişiye ‘İşyerinde ne gibi sıkıntılar yaşıyorsunuz?’ şeklinde yöneltilen soruya cevap veren 58 kişinden 37’si ‘aynı işi yaptığı diğer çalışanlardan daha az ücret aldığı’, 35’i ‘iş güvencesi olmadığı ve her an atılabileceğini’, 26’sı ‘dil ve iletişim sorunu yaşadığını’, 17’si ‘hor görülme, ayrımcılık ve hak ihlalleri ile karşılaştığını’, 12’si ‘ücretini düzenli alamadığını’, 10 kişi ise ‘sağlıksız koşullarda çalıştığını’ kaydetti.
Yine görüşülen bu mültecilerden 11’si ayrımcılık ve hak ihlallerini ‘üstlerinden’, 7’si ‘çalışma arkadaşlarından’, 4’ü ‘müşterilerden’, 6’sı ise ‘işverenden’ gördüğü yanıtını verdi.
Üç günlük emeğin karşılığı: 15 TL
Raporda yer alan görüşülen kişilerden biri Halep’ten 3 yıl önce İzmir’e gelen 3 çocuk annesi Huriye Hasan (34). Türkiye’de mülteci olduklarından dolayı emeklerinin sömürüldüklerini dile getiren Hasan, sigortasız olarak evde metresi 1.5 TL karşılığında gelinlik işlemesi yaptığını ve üç günde yapabildiği toplam 9 metre iş için 15 TL kazanabildiğini anlattı.
İki çocuğunun okula gitmesi ve ev kirasının 270 TL olmasından kaynaklı mecburiyetten bu işi yaptığını söyleyen Hasan, yine kız kardeşinin ise ailesini geçindirebilmek için 200 adet sigarayı 3 TL karşılığında sardığını dile getirmiş.
Emeklerinin sömürüldüğünün farkında olan, ancak çalışmaktan başka çareleri olmadığını söyleyen Hasan’ın tek isteği, savaşın sonlanması halinde bir an önce ülkelerine geri dönmek.
Sigortasız emeğimiz sömürülüyor!
Halep’ten 1 buçuk yıl önce İzmir’e gelen Mahmut Hüseyin (32) de Türkiye’ye geldiği günden beri çalıştıkları işlerinde emeklerinin karşılığını almadığını ifade ediyor.
Sigortasız çalıştırıldıklarını belirten Hüseyin, içinde bulundukları zorlu hayatı “3 çocuğum var. Ev kiram 300 TL. Aldığım maaş ancak ev kirası ve ev masraflarını karşılıyor. Evde başka çalışan olmadığından dolayı yaşamımızı geçindirmekte zorluk yaşıyoruz” sözleriyle dile getiriyor.

Hüseyin de tıpkı diğer mülteciler gibi ülkelerindeki savaşın bir an önce son bulup, topraklarına geri dönme umudu içerisinde

Düztepede Yakılan devrim Ateşi Emekçilerin Kavgasında Yaşıyor..!



    Bundan tam 40 yıl önce, 9 Haziran 1976 günü, iki devrimci ; İlhan Emre ve Mehmet Ali Özpolat, Gaziantep’in Düztepe semtindeki bir ihbar sonucu polis ve jandarmanın teslim olun çağrılarına silahlarıyla karşı durdukları ve direndikleri için katledildiler.
İlhan öğrenci, Mehmet Ali ise işçiydi Ama her ikisi de THKO-Halkın Kurtluşu militanlarıydı. Her iki devrimcide Gaziantep’te, THKO-Halkın Kurtuluşu örgütlenmesi için yoğun bir çalışma yürütüyorlardı.
Onların kaldıkları briket duvarlı ev, Turgut Bulut adlı bir hainin ihbarı sonucu polisler tarafından 8 Haziran 1976 tarihinde kuşatıldı. Teslim olmayı reddeden iki devrimci, örgüt belgelerinin düşmanın eline geçmemesi için silahlı direnişe başladılar. Gaziantep Zırhlı Tugay birliklerinin de katıldığı kuşatma ile evin etrafında birkaç çember oluştu. Direnişe destek olmak isteyen Gaziantep halkı da semtte toplanmaya, sloganlar atmaya başladı.
Yüzlerce polis ve askerin ağır silahlarla, tanklarla katıldığı operasyonu bizzat yöneten ise dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Namık Kemal Ersun’du. Devlet; Düztepe katliamını haklı çıkarmak için, radyolarda , gecekonduda onlarca kişinin bulunduğu, bir kadının rehin alındığı, evin altında tüneller olduğu vb. gibi yalanlara başvurdu .. Oysa evin içinde yalnızca direnen iki devrimciden başka kimse yoktu.
İki gün süren yoğun çatışmada ilk katledilen İlhan Emre oldu. Çemberi yarmak isterken gece yarısı vuruldu. Evde tek kalan Mehmet Ali Özpolat direnişe devam etti, 9 Haziran günü o da eve açılan tank ateşiyle katledildi. Devrimcilere dışarıdan destek olan halktan bir işçi de askerler tarafından öldürüldü. Devlet, devrimcilerin silahlarından ve cansız bedenlerinden başka, işine yarayacak hiçbir şey bulamadı o evde.

Düztepe direnişi, devrimci hareketin teslimiyete karşı direnişin adı dönemin genç devrimcilerine, devrimcilere sempati duyan emekçilere velhasıl tüm mücadeleci güçlere ,direnme ruhunu aşıladı. Düzene cesaret ve militanlıkla karşı koymak gerektiğinin bayrağını açtılar ve İki devrimcinin koca bir tugayla iki gün boyunca baş eğmez ve ölümü hiçe sayan direnişle yürünmesi gereken devrimci yolu gösterdiler. Katledilmelerinin 40.yılında elde silah dilde devrimci şiarlarla ölümsüzler ordusuna kattığımız İlhan Emre ile Mehmet Ali Özpolat'ı saygıyla anıyoruz. 

Alman emperyalizmi Almanya Grup Yorumun Festivalde Çalıp söylemesine engel olmaya çalışıyor.


Engellemeye çalışılan festivalin yapılması için Grup Yorum üyesi İhsan Çibelik 6 gündür açlık grevinde...!!!
Alman emperyalizmin keyfi uygulamalarını ve baskılarını bir kez daha direnerek yamak birleşik savaşımla mümkündür.. Biliyoruz ki,
Grup Yorum Halktır ve Susturulamaz
Tüm emekçileri ve devrimcileri Gladbeck belediyesinin önünde açılan direniş çadırına destek olup dayanışmayı büyütmeye çağırıyoruz.

Yasaklar Sökmez Grup Yorum Susturulamaz...!

7 Haziran 2016 Salı

HDP Çocuk Cezaevlerindeki “Elektrik Parası Engelini” Bakana Sordu.



HDP Muş Milletvekili Burcu Çelik Özkan çocuk cezaevlerine gönderilen radyolara “Elektrik parası engelini” Adalet Bakanlığı’na sordu.
“Adalet Bakanlığı’nın, mektupların, telefon kartlarının, su, elektrikli cihazlar gibi temel ihtiyaçların çocuklara ücretsiz sağlanmasına ilişkin bir çalışması bulunmakta mıdır?“
Kanun
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın yanıtlaması istemiyle verdiği soru önergesinde Çelik Özkan, Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunu hatırlattı.
67. maddesinde yer alan, çocuk/yetişkin ayrımı yapılmaksızın tüm mahpusları kapsayacak şekilde, televizyon ve radyo kanallarının denetimine ve bu cihazların mahpuslar tarafından satın alınmak zorunda olduğuna ilişkin hükümleri aktardı.
“1- Hükümlü, ceza infaz kurumlarında merkezi yayın sistemi bulunduğu takdirde bu sisteme bağlı olarak radyo ve televizyon yayınlarını izleme hakkına sahiptir.
2- Merkezi yayın sistemi bulunmayan kurumlarda, yararlı olmayan yayınların izlenmesini ve dinlenmesini engelleyecek önlemler alınmak suretiyle anten kullanılarak televizyon ve radyo izlenmesine ve dinlenmesine izin verilir. Bu cihazlar, bedeli kendisi tarafından ödenmek koşuluyla hükümlü adına kurumca satın alınır.”
Yönetmelik
Önergede Ceza İnfaz Kurumlarında Bulundurulabilecek Eşya ve Maddeler Hakkında Yönetmelik’in 9. maddesinin 1 ve 3. fıkralarına da yer verildi.
"1- Koğuş, oda ve eklentilerinde, kantinden temin edilmek koşuluyla, bir adet otuz yedi ekran televizyon ile elektrikli su ısıtıcısı, saç kurutma makinesi ve büro tipi buzdolabı ile kurumun bulunduğu coğrafi bölgenin iklim koşulları dikkate alınarak, her koğuş veya odada bir adet vantilatör bulundurulmasına izin verilebilir. Ayrıca her hükümlü, kurum kantininden satın almak kaydıyla bir adet kulaklıklı küçük el radyosu bulundurabilir.
3- Aydınlatma dışındaki elektrik giderleri hükümlü tarafından karşılanır.
Sorular
Önergede yönetmelikte geçen elektrikli cihazların ücretsiz verilmediği ceza infaz kurumlarının hangileri olduğu, elektrikli cihazların ücret karşılığında verildiği kurumlarda maddi durumları yetersiz olan çocuk mahpusların ihtiyaçları nasıl karşılandığı soruldu.
Önergede yer alan bazı sorular şunlar…
*Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nün ilgili yazısı doğrultusunda çocuk kapalı ceza infaz kurumları, çocuk eğitimevleri ve yetişkinlerin bulunduğu kapalı ceza infaz kurumlarında, yönetmelikte geçen ‘otuz yedi ekran televizyon ile elektrikli su ısıtıcısı, saç kurutma makinesi ve büro tipi buzdolabı, radyo’ gibi elektrikli cihazlar ücretsiz mi verilmektedir?
*Elektrikli cihazların elektrik ücretinin alınmaması hapishane idarelerinin inisiyatifi doğrultusunda mı gerçekleşmektedir? Bunun denetimi nasıl sağlanmaktadır?
*Çocukların faydalanacakları yayınların yararlı olup olmadığının inisiyatif dahilinde olması, yasal olan ancak hapishane idaresi tarafından yararlı olmadığı belirtilen bir yayının çocuk mahpuslara verilmemesi keyfi bir uygulama olacağından bunun denetimi nasıl sağlanmaktadır?
Ne olmuştu?
Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği (CİSST) geçtiğimiz aylarda, 12 yaşındaki bir tutuklunun"Ses istiyorum. Burada kendi sesimden başka hiçbir şey yok. Müzik dinlemek istiyorum" sözleri üzerine beş radyo alarak cezaevine göndermişti.
Ancak cezaevi idaresi elektrikli radyoları "Bu çocuklara para gelmiyor. Elektrik parasını ödeyemezler" diyerek 15 gün sonra geri gönderdi.

İstanbul'da polise bombalı saldırı: 7'si polis 11 ölü, 36 yaralı..!

İstanbul’da Beyazıt Karakolu ile Vezneciler otobüs durağı arasında polise yönelik bombalı saldırı düzenlendi. Çevik kuvvet otobüsünün geçişi sırasında düzenlenen bombalı saldırıda ilk belirlemelere göre; yedi polis şehit oldu, dört kişi de hayatını kaybetti. Patlamada ayrıca 3’ü ağır 36 kişi de yaralandı.
İstanbul 10.Sulh Hakimliği tarafından Vezneciler'de meydana gelen patlamayla ilgili yayın yasağı geldi.
ERDOĞAN HASEKİ'DE
Erdoğan patlama sonrası yaralıları ziyaret etmek için Haseki Hastanesi'ne gitti.
KÖŞK'TE GÜVENLİK TOPLANTISI
Saldırının ardından İstanbul Valisi Vasip Şahin'den bilgi alan Başbakan Binali Yıldırım, Çankaya Köşkü'nde İçişleri Bakanı Efkan Âlâ ve Sağlık Bakanı Recep Akdağ ile bir araya geldi.
VALİ ŞAHİN ACI TABLOYU AÇIKLADI
İstanbul Valisi Vasip Şahin canlı yayında patlamaya ilişkin bir açıklama yaptı. Şahin, “bugün saat 8:40 sıralarında Vezneciler semtimizde yoldan geçen çevik kuvvet polisimizi taşıyan araçlara bombalı saldırı yapılmıştır. bunun neticesinde 7’si polis 4’ü vatandaşımız hayatını kaybetti, 3’ü ağır 36 kişi yaralandı” dedi.
BÖLGE ÇEMBERE ALINDI
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden Vezneciler’e kadarki bölge polis tarafından çevrildi. Patlamanın etkisiyle geniş bir alanda büyük tahribat yaşandığı ve binaların camlarının kırıldığı gözlendi. Polis bir taraftan da hasar meydana gelen iş yerlerini tahliye etmeye başladı.
Bölgede ikinci bombadan şüphelenen polisler, kontrollü patlama yapmak için basın mensupları ve yurttaşları bölgeden uzaklaştırıyor.

Sapıklığa ve sapkınlığa YASAL KILIF..!


Kuruluşunu savaş koşulları üzerine inşa eden bir devletin ya da bir siyasal organizasyonun halet-i ruhiyesi de kaçınılmazdır ki kaotik, şüpheci, kızgın, ekâbir ve eril özelliklerce belirlenir. Yönettiği toplum için ise o sadece, kendisinden itina edilerek korkulan ve kararlarına karşı sessiz düşünmeye dahi girilmeden biat edilen bir baba figürdür.
Aksi takdirde toplum, şahsiyet terbiyesi kazandırılması adına babasının kulaklarından çektiği bir haylaz çocuktur. Ancak terbiyesine daha zigottayken başlanılan bu toplum, babasının tüm davranış setlerini o kadar güçlü bir şekilde içselleştirmiştir ki tüm tutum ve hareketlerini yukarıdan aşağıya olacak şekilde ve hiç sorgulamaksızın giyinir. 
Toplum “Erkek adamın erkek çocuğu olur” misali bir yaklaşımla hem daha fazla disipline olur hem de onun ayrıcalıklı konumunu güçlendirici daha başka pratiklerde bulunur bu baba figür. Bunu sağlamak için ise her yol mubahtır, önüne dağ çıksa dayanmaz. Gerekirse her yere savaş açılır. Dağa, taşa, ovaya; kadınlara, çocuklara... Hepsini yerle bir etmek meşrudur kendince, çünkü elinde ona tanrı-baba tarafından verilen yetkileri vardır. Bunun adı kanun yapma yetkisidir.
Bu yetkinin en büyüğünü önce Kürtler’e savaş açarak kullandı. Çünkü Kürtler kağnılar, ‘kınalı kuzular’ mitiyle sözüm ona emperyalistlerden kurtarılmış bu ‘vatanın bir bölümünü’ ellerinden almak isteyen sergerdelerdir ve ortadan kaldırılmaları gerekirdi. “Kanuni yollara başvurarak” Kürt jenosizmi mutlak surette gerçekleştirildi. “Kanuni” mücadelenin son tahlildeki adı ise dokunulmazlıklar oldu. Günümüz demokrasisine bir kara leke olarak düşen dokunulmazlıkların kaldırılması kararı eğlenceli bir oyun misali, AKP’li vekillerin şen kahkahaları arasında alındı. Serotonin patlamasına sebep olan bu karar, yüz kaslarının hiç olmadığı kadar açılıp kapanmasına yol açtı. AKP’li güruhun amigdalasından ağız çevresine kahkaha olarak yayılan ancak aslında bunun kahkaha değil de kapıldıkları öfke, kızgınlık ve kibir nedeniyle kaybettikleri akıl sağlıklarının olduğu şüphesizdir.
‘Deliler Evi’nin kahkahası da bol olur
‘Deliler evi’ne dönen meclisteki bu şen kahkahaya bir kahkaha daha eklenildi hiç vakit kaybetmeksizin. O da, çocuk ve kadın hakkının en açık şekilde gasp edildiği 479 sayfalık bir rapordu. Çocuk istismarı ile tecavüzlerin önünü yasal olarak açacak bir teklifi meclis gündemine sokan rapor gereği Ceza Kanunu, Medeni Kanun ve 6284 sayılı Şiddet Önleme Kanunu’nda değişiklikler yapılması isteniyor. Rapor çocukların istismarcısıyla evlendirilmesinin, aile danışmanlığına dini ayar, nafakanın gasp edilerek engellenmesinin önünü yasal olarak açıyor. “Aile Bütünlüğünü Olumsuz Etkileyen Unsurlar ile Boşanma Olaylarının Araştırılması ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi İçin Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi” başlığı altında kurulan bir Boşanma Araştırma Komisyonu eliyle kamuoyu gündemine getirilmeye ve buradan da hayata geçirilmeye çalışılıyor. Hiç üşenilmeden hazırlanan bu raporun her sayfası patlamaya her an müsait bir dinamit gibi toplum bünyesine adapte edilerek yerleştirilmeye çalışılıyor. Bu 479 dinamitin patlaması halinde, toplumdaki mevcut kadın-çocuk algısı/sorununu, şu anki halinin de ötesinde bir yere doğru toplumu da içerisine katacak bir şekilde götürerek yerle bir edecektir tüm her şeyi. Özellikle de çocuk istismarına yasal bir kılıf geçirilmesine sebep olacağından bu durum tehlike seviyesini 1’e indiriyor.
Çocuk istismarcısının, tecavüz ettiği çocukla 5 yıl boyunca sorunsuz ve başarılı bir evlilik sürdürmesi halinde denetimli serbestlikten yararlanmasını öneren teklif, pedofiliyi normalleştiren bir zihniyetin, toplum aklını sadece belden aşağısı ile konumlandırmasını sağlamaktan başka bir şey değil. Yasama gücünü ele geçiren paternalist muhafazakarlığının bir dışavurumudur. Mesaisinin büyük çoğunluğunu, yönünü kadının aleyhine doğru çeviren yasama faaliyetleri ile dolduran bu muhafazakârlığın baba tutumu sadece kendi rızasını gözetmektedir. Paternalist muhafazakârlığın kapsamındaki iki ana gelenekten biri olan Tek-Millet Muhafazakârlığını en önce Kürtler’i yok etmek için, beraberinde de kadınları ve çocukları tecavüz ve istismar kıskacında sindirmek ve gericiliğe hapsetmek adına hayata geçiren bu zihniyetin karşısında durmak gerekliliği, tüm bu olan bitenler kadar somuttur. Hiç retoriksiz bir şekilde ‘Haddinizi bilin, siz kimsiniz’ demenin vakti geldi de geçti. Sapıklığa uydurulan bu yasal kılıfı çıkarıp hayatımızdan çıkarmamız gerekir. Yoksa tüm her şeyimizi can yerinden vuracak bunlar ki o vakit geldiğinde ise iş işten geçmiş olacaktır ve bundan korkarım!

Minbic Askeri Meclisi Üyesi ve Şems El-Şemal Taburu Komutanı Faysal Ebu Leyla, IŞİD’e karşı direnişe geçerken kızı için bir mektup kaleme alarak, “Babanla gurur duyacaksın” dedi...!


Minbic’e yönelik 1 Haziran’da başlatılan operasyonun komutasında yer alan Minbic Askeri Meclisi Üyesi ve Şems El-Şemal Taburu Komutanı Faysal Ebu Leyla, 3 Haziran günü Xefiet Ebû Qelqel köyünde havan topunun yakınına düşmesi sonucu ağır yaralandı.
Kafasından aldığı şarapnel parçasıyla ağır yaralanan Ebu Leyla doktorların tüm müdahalelerine rağmen kurtarılamadı. Uzun süredir Rojava’da IŞİD’e karşı taburuyla birlikte mücadele veren Ebu Leyla, Kobanê savaşında da yer almıştı. Ebu Leyla, direnişine başlarken kızı için bir mektup kaleme aldı. Ebu Leyla’nın kızı için yazdığı mektup şöyle:
“Sevgili Leyla’ya
Görevimiz olan seni ve senin gibi çocukları savunmak ve o temelde savaşmak için bu yoldayız.
Büyüdüğünüz zaman babalarımız ve dedelerimiz bizim için hiçbir şey yapmadı düşüncesiyle bizi suçlamayacağınızı umuyorum.
Sen ve senin gibi çocuklar için savaşacağım, karşılaştığımız bütün tehlikelere bu toprakların çocukları daha güzel bir gelecek ve özgürlük içinde yaşasınlar diye göğüs geriyoruz.
Bizim aziz ülkemiz Suriye tamamıyla özgürleşene kadar bu devrimi sürdüreceğiz.
Seni çok özledim!
Leyla tatlım emin ol ki şehit ya da diri ne durumda olsam olayım, her zaman babanla gurur duyacaksın.
Seni öpüyorum
Baban Ebu Leyla, Kobanê”
Minbic’i Özgürleştirme Operasyonu’nda yaşamını yitiren Minbic Askeri Meclisi Üyesi ve Şems El-Şemal Taburu Komutanı Faysal Ebu Leyla, bugün Kobanê’de toprağa verilecek. Kobanê’nin unutulmaz cesur komutanı Faysal Ebu Leyla, bugün saat 16.00’da Şehit Dicle Mezarlığı’nda düzenlenecek bir törenle sonsuzluğa uğurlanacak.

27 Mayıs 2016 Cuma

Fransa’nın Nancy kentinde “Dünden bugüne direniş meşalesi komünist önder İbrahim Kaypakkayı anıyoruz” paneli yapıldı

22 Mayıs 2016 Pazar günü Fransa’nın Nancy kentinde “Dünden bugüne direniş meşalesi komünist önder İbrahim Kaypakkayı anıyoruz” adıyla bir panel düzenlendi. ACTİ dernek lokalin de yapılan panele Temel Demirel ve Halkın Birliği temsilci katıldı. İki bölüm Halide gerçekleştirilen panel Halkın Birliği temsilcisi yoldaşın Mayısta isyana duran: 1 Mayıs, 6 Mayıs,18 Mayıs ve 31 Mayıs toprağa düşenlerin nezdinden yoldaşları saygı duruşuna çağrısıyla başladı. 

Yoldaş konuşmasında Mayıs’tır. Ölüme karşı, ölüme başkaldırıdır, yaşamak adına Mayıs. 1 Mayıs, 6 Mayıs, 18 Mayıs, 31 Mayıs vb. gibi tarihler, birer kilometre taşı, bir dönemecin aydınlık şavkı, zifiri karanlığa karşı yakılan kızıl ateştir. Dünyamızın emek ordusunun sokaklara çıkıp, kapitalizme karşı emeğin bayramını kutladığı aydır Mayıs, idamlı gecelerde, idam gecelerin kavgayı tutuşturduğu aydır Mayıs.  

Nurhak'larda direnişin türkülerinin söylendiği ve 18 Mayıs 1977de Haki Karer’in, Amed zindanında dörtlerin kavga ateşini harladığı aydır. Aydır Mayıs. Ve daha da önemlisi 18 Mayıs 1973’de, çeşitli milliyetlerden Türkiye proletaryasının komünist önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın işkencede " Ser Ver, Sır Verme" geleneğini yaratan kızıl direnişin meşalesini yaktığı aydır Mayıs.

Ve Mayıs, kendisini, ezenlere ve sömürülenlere karşı yüceltenlerden olan komünist önder İbrahim Kaypakkaya ile gururlandı Diyarbakır zindanın da!

Kaypakkaya yoldaşı anmak ve anlamak Onun ortaya çıktığı ve TKP/ML hareketinin kurulduğu tarihsel süreci doğru anlamakla bağlı olduğunun kavranması, Dünle bugünü bugünle geleceği sıkıca bir birine bağlamalı, teori ile pratiği buluşturan bir konumda durmalıyız.

Bilindiği gibi 18 Mayıs, Türkiye işçi sınıfının tarihsel yürüyüşünün, sınıfsız toplum yaratma yolunun aydınlatıcısı ve komünist militanların yüreklerinde devrime olan inancın bitmez tükenmez dinamosu komünist önder İbrahim Kaypakkaya yoldaşın faşist diktatörlüğün eli kanlı cellatlarınca Diyarbakır zindanlarında 3.5 ay süren ağır işkenceler sonucu 1973 yılında hunharca katledildiği gündür.

Yoldaş konuşmasının devamının da Kaypakkaya yoldaşın buz kıran rolü oynadığı ve zor dönemlerin önderi odlunu 12 Mart 1971 faşist darbesinin ardında Diyarbakır işkencehanelerin de bu önderlik rolünü hakkıyla oynadığını ortaya koyarak, Kaypakkaya yoldaşı kendi doğuş koşullarında kopuk olarak ele alıp değerlendiren mükemmeliyetçilik altında inkârcılık ve komünist hareketi hatasız gören inkârcılığın ters yüz edilmiş ama aynı kaynatan beslenen dogmatik yaklaşımları savunan akımları eleştirerek konuşmasını noktaladı ve sözü Temel Demirer’e bırktı. Temel Demirer’e; tarzını yeter ki “Sınırlı Bir Yaşamı Sınırsız Bir Davaya Adayanlar”; Mahir Çayan’ı, Deniz Gezmiş’i, komünist önder İbrahim Kaypakkaya unutulmasın / unutturulmasın...

Şimdi bu yolda “gecenin hiç bir zaman karanlık olmadığı”nı asla unutmadan; şimdi zulme karşı -gereklerini yerine getirerek- yeniden ayağa kalkma zamanıdır! Postmodern asri zamanlarda, elbette kolay değildir sözünü ettiğimiz... Ancak “zor”u kolaylaştırmak; yitirdiğimiz başkaldıran insanı yeniden kazanmakla mümkündür. Bu uğurda yeniden, örneğin komünist önder Kaypakkaya gibi düşünce ve davranış birliğini yaşamında somutlaştıran tutarlılığa muhtacız... “Tutarlılık” deyip geçemezsiniz! “Yaşamda tutarlılık” kendisiyle çelişmeden, düşünceleriyle, duygularıyla, yaşamak istedikleriyle bütünlük içinde yaşamaktır. Ancak, “yaşamda tutarlılık”, kazanılması da, korunması da zor bir niteliktir.

“Tutarlı bir yaşam”ın birinci adımı, “doğru yaşam değerleri” ne sahip olmaktır. “Doğru yaşam değerleri” hem insanlığın evrensel deneyimlerinden süzülen hem de yaşanan kültürün elemesinden geçen insancıl değerlerdir. Doğruluk, dürüstlük, çalışkanlık, üreticilik, yararlılık, dostluk, yardımseverlik, farkındalık, bilinçlilik, açık görüşlülük, duyarlılık gibi insanlık değerleri bir “insancıl eksen” oluşturur...
Bu “insancıl eksen”, dayanmasını/ direnmesini bilen radikal sosyalizmdir...

Unutulmasın dayanmasını/ direnmesini bilmeyen bir başkaldırı bir sosyalizm olamaz; “olur” iddiasıysa, olsa olsa “reformculuk” tur. Gerçekten de çağımızın insana kaybettirdiği özelliklerden birisi de dayanıklılıktır.

Öyle görünüyor ki, insan yaşamına rahatlık sağlayan her yenilik bizleri biraz daha “dayanıksız” kılıyor...

Rahata düşkünlük, her şeyin kolayına alışmak. Her şey geçici, yüzeysel ve değişken. Kalıcılık aşındı, derinlik kayboldu, güvenilirlik unutuldu. Bu nedenlerle de insanlar “gerçeklerle yüzleşmekten kaçınıyor.” Gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmak.

İşte, dayanıksızlığın en önemli nedenlerinden birisi. Gerçeklerle karşılaştırmadığımız çocuklarımız, gençlerimiz “dayanıklı” olamıyor. Çünkü kendi yanlışlarını göremiyor, gördüğü zaman da kabul edemiyor. Toplumumuzun kendi gerçekleriyle karşılaşmaktan nasıl kaçındığını düşünürsek konunun önemini daha iyi anlarız. “ Dayanıklılık” olgusunun bir önemli kaynağı da “yaşamın anlamı”dır. Eğer bizim için “yaşamın anlamı” varsa, bu anlam “iç değerlerimiz” üzerine kurulu ise hayatta karşımıza çıkan sorunlara, kayıplara karşı “dayanıklı” oluruz...

“Tutarlılık” deyip geçemezsiniz! “Yaşamda tutarlılık” kendisiyle çelişmeden, düşünceleriyle, duygularıyla, yaşamak istedikleriyle bütünlük içinde yaşamaktır.
Ancak, “yaşamda tutarlılık”, kazanılması da, korunması da zor bir niteliktir.

“Tutarlı bir yaşam”ın birinci adımı, “doğru yaşam değerleri” ne sahip olmaktır.

“Doğru yaşam değerleri” hem insanlığın evrensel deneyimlerinden süzülen hem de yaşanan kültürün elemesinden geçen insancıl değerlerdir.

Doğruluk, dürüstlük, çalışkanlık, üreticilik, yararlılık, dostluk, yardımseverlik, farkındalık, bilinçlilik, açık görüşlülük, duyarlılık gibi insanlık değerleri bir “insancıl eksen” oluşturur...

Bu “insancıl eksen”, dayanmasını / direnmesini bilen radikal sosyalizmdir...

Unutulmasın dayanmasını / direnmesini bilmeyen bir başkaldırı bir sosyalizm olamaz; “olur” iddiasıysa, olsa olsa “reformculuk”tur... Gerçekten de çağımızın insana kaybettirdiği özelliklerden birisi de dayanıklılıktır.

Öyle görünüyor ki, insan yaşamına rahatlık sağlayan her yenilik bizleri biraz daha “dayanıksız” kılıyor...

Rahata düşkünlük, her şeyin kolayına alışmak... Her şey geçici, yüzeysel ve değişken. Kalıcılık aşındı, derinlik kayboldu, güvenilirlik unutuldu. Bu nedenlerle de insanlar “gerçeklerle yüzleşmekten kaçınıyor.” Gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmak.

Eğer bizim için “yaşamın anlamı” varsa, bu anlam “iç değerlerimiz” üzerine kurulu ise hayatta karşımıza çıkan sorunlara, kayıplara karşı “dayanıklı” oluruz... Yaşam bir mücadele midir? Öyledir! O zaman “dayanıklılık” da bu mücadeleyi kazanmanın en etkin niteliklerinden birisidir. Her zaman değerliydi. Günümüzde daha da değerli... Biz(ler)e, kapitalist sömürü ve kültürün “normali”ne karşı dayanıklılığı/ direngenliği öğretenlerden birisi de Kaypakkaya’dır...

Gelecek uzun sürse de; etrafımız zifiri bir karanlıkla kuşatılsa da; şimdi şafak için yoksullarla, işçilerle, kadınlarla, gençlerle, Kürtlerle yani “yeryüzünün lanetlileri”yle ayaklanma yani isyan zamanıdır.

Hep söylediğimiz gibi, sınıflı toplumların tarihi nasıl “sınıf mücadelelerinin tarihi” ise, bu tarih aynı zamanda daha iyi, daha özgür, daha eşitlikçi, daha dayanışmacı bir yaşam arzusunun/ mücadelesinin de tarihidir. Sınıflı toplumun başından beri, ta kölecilikten bu yana her zaman bu amaçlar için isyan eden, mücadeleye atılan insanlar olmuş ve bütün kanlı bastırmalara karşın halk hareketi yeniden yeniden kendi küllerinden doğarak kendisini var etmiştir.

Yani, sınıflı toplumlar tarihi, en genel anlamda devrimler ve karşı-devrimler tarihidir. Resmi tarih kitaplarının sayfaları arasında çoğu kez geçiştirilen ve unutturulmaya çalışılan bu tarihin en sihirli kelimeleri ise “ayaklanma” ya da “isyan” veya “başkaldırı”dır...

Kaypakkaya yoldaşın bıraktığı değerleri dünden bugüne taşımak ve geleceğe sağlam adımlarla yürümek için gençler, kadınlar, işçiler, emekçiler, dünyayı değiştirme kavgasına katılarak kavganın neferi olmaya çalışıyorlar. Sözleriyle konuşmasını sonlandırdı. İkinci bölümde soru yanıtla süren panel oldukça canlı ve verimli geçti.

Yoldaşın; Kaypakkaya yoldaşı anlayarak, ondan öğrenip dünü bugüne bugünü geleceğe taşıyarak yakalayıp-aşacağız. Kaypakkaya yoldaşı anmak, dünü anlamaktır. Kaypakkaya’yı anmak dünü bugüne devrimci bir temelde taşımaktır. Kaypakkaya yoldaşı anmak, O'ndan, öğrenmekti. O'nun gibi davaya, örgüte, yoldaşlığa güven ve bağlılıkla mücadele etmektir. O halde, siz göçmen emekçileri, yoldaşları: Ve çelik Suyunu aldı şiarıyla devrimci mücadeleye sıkıca sarılarak, dünü bugüne bugünü geleceğe bağlayarak kavganın engin denizine atılmaya çağıran sözlerinin ardından panel sona erdi.

Mayıs şehitleri ölümsüzdür!
Komünist önder Kaypakkaya yoldaş ölümsüzdür!
Yaşasın devrim ve sosyalizm savaşımımız!

Fransa-Nancy Halkın Birliği Okurları

29 Nisan 2016 Cuma

1 Mayıs’ta yoksulluğu faşist kuşatmayı ve yasakları parçalayarak alanlara çıkalım!

Şikago proletaryasının 1886 yılında ABD’de yaktığı isyan ateşi, yüzyılı aşkındır dünyanın her yerinde, emeğin sermayeye karşı başkaldırı günü olarak yanıyor. Biliyoruz ki, işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü 1 Mayıs, işçilere, emekçilere bu zulüm cenderesi ve onun asalaklarına, zorba faşist burjuva kapitalist devlet aygıtına karşı birleşmenin, dayanışmanın kızıl bayraklarının, insan yaşamının devamını emekleriyle, emek güçlerini kullanarak sağlayanların ellerinde dünya topraklarında dalgalandırıldığı yıkım ve yeniden kurmanın müjdecisi bir gün‘ü, bir ay‘ı değil sadece, koca bir enternasyonal tarihi anımsatır.

Sermaye sınıf da biliyor ki; dünyanın bütün işçileri ve emekçileri, emperyalist kapitalistlerin sömürü dünyasına karşı, diğer ezilen ve sömürülen emekçileri de yanlarına alarak, ayağa kalkarlarsa, dünyanın hiç bir ordusu ve polis gücü onların karşısın da tutunamaz. Dünya emperyalist burjuvazisi bunun örneklerini yaşadı, biliyor ve korkuyor.

İşte 2006 1 Mayıs'ında, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın işçi ve emekçileri, ezilen ve yok sayılan, kanlı katliamlardan geçirilen Kürt ulusu, zulmün ve zorbalığın kurumu TC devletine, faşist dinci AKP diktatörlüğünün sınır tanımaz faşist baskı ve terörüne, ulusal zulme, her türlü ayrımcılığa, imha ve inkarcılığa ve sömürüye karşı bir kez da sesini yükseltecektir. Faşist 12 Eylül anayasasına karşı, fiili olağanüstü hal ve diğer faşist ırkçı kararnamelere ve özel yasalara karşı; Yeni TCK ve infaz yasalarına karşı; İş, ekmek, temel hak ve özgürlükler için;

Kürt ulusunu kendi kaderini kendi eline alması; Kadınların kölelik zincirlerini parçalayıp özgürleşmesinin yolunun açılması; Emperyalist uşaklığına, NATO’ya bağımlılığa son verilmesi; Ekonomik yoksulluk, işsizlik ve işçi kıyımına; Üniversitede, sivil faşist, idare, polis, jandarma işbirliği terörüne, faşist-gerici dinci ve paralı eğitim sistemine; Özerk ve demokratik üniversite için YÖK’e karşı; işçi, memur ve bütün çalışanlara özgür sendikacılık ve grevli toplu sözleşme hakkı; devrimci tutsaklara özgürlük; Kirli savaşın durdurulması için;

Aydınlara, devrimci-demokratik muhalefete yönelik tutuklama terörünün son bulması: demokrasi, eşitlik ve özgürlük istemlerinin, Erdoğan’ın önderliğinde AKP faşist iktidarı tarafından kan, zulümle ve topyekun savaşla boğulmasının önüne geçmek, işçi kıyımlarını, örgütsüzleştirme dayatmalarını,Türk ırkçı-şovenist linç dalgasını, grev yasaklarını ve zamları geri püskürtmek için, Türk ve Kürt ulusundan işçi ve emekçilere demokrasi, eşitlik, özgürlük, daha iyi yaşam ve daha iyi çalışma koşulları; İstanbul da 1 Mayıs alanı Taksim'e konan yasağın parçalanması; yurt-dışın da yaşamak zorunda kalan göçmen emekçilere yönelik faşist ırkçı-ayrımcı saldırıların son bulması ve eşit yurttaşlar olarak yaşamlarının önündeki ayrımcı-ırkçı yasaların kaldırılması için:

1 Mayıs'ta fabrikalarda, okullarda, semtlerde güçlerimiz birleştirerek alanlara çıkalım ve emperyalist kapitalist sermayenin ve faşist dinci gerici saldırı ve savaş dalgasına karşı birleşik gücümüzü harekete geçirelim ve her yerde ve her alanda 1 Mayıs’ta birlik, dayanışma ve mücadele gücümüzü ortaya koyarak, özgürlük, demokrasi ve sosyalizm için sesimiz alanlarda yükseltelim. Unutmayalım ki, kurtuluşumuz devrim ve sosyalizmde. Faşizmi devrimle ezeceğiz.

Yaşasın 1 Mayıs! Biji Yek Gulan!
Yaşasın Proletarya enternasyonalizmi!
Emperyalizme kapitalizme ölüm halklara eşitlik ve özgürlük!

Halkın Birliği - 1 Mayıs 2016 Özel sayısı

25 Nisan 2016 Pazartesi

Bir dil sürçmesi değil... TBMM Başkanı İsmail Kahraman: Laiklik olmamalıdır!

TBMM Başkanı İsmail Kahraman, ‘Laiklik bir kere yeni anayasada olmamalıdır’ diyerek, ‘Dindar anayasa meselesinden anayasamızın kaçınmaması lazım. Dini olarak bahsetmesi lazım’ şeklinde konuştu.

Kahraman, İslam Ülkeleri Akademisyen ve Yazarlar Birliği AY-BİR’in düzenlediği “Yeni Türkiye Konferansları”nın altıncısında, “Yeni Türkiye ve Yeni Anayasa” konulu konferans verdi. İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binası Doktora Salonu’nda gerçekleştirilen konferansa, İstanbul Valisi Vasip Şahin, İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mahmut Ak, Ay-Bir Konsey Başkanı Yusuf Balcı ve akademisyenler katıldı. Meclis Başkanı, burada yaptığı konuşmada, “Ladinilik olmamalı yeni anayasada ve dindar bir anayasa olmalı” dedi.

“Yeni anayasa önce insan demelidir”
TBMM Başkanı İsmail Kahraman, devlet ve millet kaynaşması gerektiğini vurgulayarak, “Önce insan. Yeni Anayasa önce insan demelidir. Devlet insanın hizmetinde, vatandaşının hizmetindeki bir örgüt olmalıdır. Bizde tersine, devleti koruyan, ferdi ise hizmet ettiren noktada olan anayasalar olmuştur” dedi.

Anayasa kitapçığını gösteren Kahraman, “Bu Anayasa değişmeli. Bir başlangıç kısmı var; üzüyor beni. 34 tane ‘ve’, 22 tane ‘virgül’, 7 tane ‘noktalı virgül’, 7 ‘paragraf’ ve 1 ‘nokta’. 2 sayfa süren bir başlangıç kısmı. Dünya anayasalarında böyle bir başlangıç yok. Lisanı da güzel değil. Birinci kısmında hürriyeti verir. Maddenin hemen ikinci kısmında ‘ancak, şu kadar ki, fakat’ diyerek hürriyeti geri alır. Niye? Çünkü bir darbe anayasasıdır. 61 de böyledir. 82 de böyledir” şeklinde konuştu.

“Laiklik yeni anayasada olmamalıdır”
1982 Anayasası’nın herhangi bir yerinde Allah lafzının geçmediğini belirten Kahraman, şöyle devam etti: “Ama Anayasa inanca göre tasnif edildiğinde, bu 82 Anayasası da, 61 Anayasası da dindar anayasalardır. Neden? Resmi tatiller, Kurban Bayramı, Ramazan Bayramı’dır. Din dersleri mecburidir ve inanca dayalı bir yapısı vardır. Yani seküler değildir, dindar anayasadır. Laiklik tarifi de ona göre olmalıdır. Laiklik bir kere yeni anayasada olmamalıdır. Dünyada üç anayasada laiklik var. Fransa, İrlanda, bir de Türkiye’de var. Tarifi de yok. İsteyen, istediği gibi bunu yorumluyor. Böyle bir şey olmamalıdır. Dindar anayasa meselesinden anayasamızın kaçınmaması lazım. Dini olarak bahsetmesi lazım.”

“Ladinilik olmamalı yeni Anayasa’da ve dindar bir anayasa olmalı”
Bazı ülkelerdeki anayasalarda dini ibarelerin bulunduğunu söyleyen ve örnekler gösteren Kahraman, “Peki niye biz Müslüman bir ülke olarak, dinden kendimizi arındırma, geri çekme durumunda olacağız? Niye? İslam İşbirliği Örgütü’ne kayıtlıyız, üyesiyiz, kurucusuyuz. İslam Kalkınma Bankası’nda varız. Bir İslam ülkesiyiz. Nedir yani? Neden? Ladinilik olmamalı yeni anayasada ve dindar bir anayasa olmalı” dedi.

İki başlılık olduğu anda istikrar olmaz”
Kahraman, “Başkanlık Sistemi” ile ilgili tartışmalara da değinerek, şunları söyledi: “Anayasa Komisyonu çalışmalarında Halk Parti’li bir arkadaşım, çok değerli bir insan, ‘Siz Parlamento Dergisi’nde Başkanlık Sistemi’nden yana olduğunuzu ifade ettiniz. Hâlbuki siz tarafsızsınız’ dedi. Elbette tarafsızım. Nerede tarafsızım? İdare ederken elimde bir terazi. Kimsenin hakkını kimseye vermez. Fikrim var ve bir inancım var. Ben bu sistemi onun için beğeniyorum. Gereken incelemeleri yaptık. Birlik Vakfı’nın Anayasa metnini hazırlarken, 177 maddeyi 85’e indirdik ve 62 anayasayı inceledik. Ben evvela ‘yarı başkanlık’ diye düşünüyordum. Sonra baktık ki ‘başkanlık sistemi’ lazım. İki başlılık olduğu anda istikrar olmaz. 2 şoförlü bir araba kazasız gidemez, mutlaka kaza yapar. Dolayısıyla, Başkanlık Sistemi iskeletli bir anayasa metni hazırladık. Suallerden birinin başkanlık olacağını düşündüğüm için söylüyorum. Sistemin iyiliği nerede? ‘Hâkimiyet tecezzi etmez’ diye bir kaide vardır. Tek kişinin yönetiminde bir idare. 2 tane adam, birisi cumhurbaşkanı, birisi başbakan, farklı yerlerden, fikirlerde, partilerden ise; hatırlayınız bir anayasa fırlatmasının Türkiye’ye kaça mal olduğunu, hatırlayınız… Sıkıntıya gireriz. Gelişmemiz durur. Zaten gelişmemizi istemeyen dış dünya bu propagandayı yapmaktadır. ‘Başkanlık diktatörlük.’ Ne münasebet! Şimdi Obama diktatör mü?”

Kuzey Kutbu’nda faşizme karşı direnişin dev bayrağı açıldı

Rusya Coğrafya Derneği İkinci Dünya Savaşı’nda faşizme karşı zaferi simgeleyen orak-çekiçli bayrağın dev bir kopyasını “dünyanın çatısı”nda açarak bir rekora imza attı.

Komsomolskaya Pravda’nın haberine göre Rus Acil Durumlar Bakanlığı ve Rusya Coğrafya Derneği İkinci Dünya Savaşı’nda faşizme karşı zaferi simgeleyen orak-çekiçli bayrağın dev bir kopyasını “dünyanın çatısı”nda açarak bir rekora imza attı. 40 metreye 25 metre boyutlarındaki ve 1000 metrekare alana sahip olan bayrağın ağırlığının 150 kg. olduğu belirtildi.

Törende görev alanlardan Vyacheslav Bocharov şöyle konuştu:

Gezegenin çatısında Zafer Sancağı’nı açarak dünyaya faşizmle mücadele etmemiz gerektiğini, faşizmin insanlığın bir sorunu olduğunu gösterdik. Bu adımla dünyaya aynı zamanda II. Dünya Savaşı’nda faşizmin belini kimin kırdığını da hatırlatıyoruz. Dünyada pek çok insan bugün bunu bilmiyor. Halklar bu bayrak etrafında birleşmeli.


8 Nisan 2016 Cuma

Ölümünün 32. yılında “Herşey halkların eşitliği ve kurtuluşu içindir” diyen devrimci sanatçı Yılmaz Güney ölümsüzdür!

İşçi sınıfını ve emekçi halk yığınlarını devrimci eyleme geçiren süreç ile aydınları devrimci eyleme geçiren sürecin temel dinamikleri farklıdır. Bu bağlamda iki farklı yol söz konusudur. İşçi sınıfı ve emekçi ve halk yığınları toplumsal varlık koşulları tarafından devamlı olarak, baskıya, sömürüye, aşağılanmaya karşı, egemen sınıflara ve onların devlet aygıtına karşı egemen toplumsal politik ve ekonomik ilişkilere karşı, devrimci eyleme zorlanırlar. Bu süreci bilinçli ve örgütlülük yönünden tamamlayan devrimci önderliktir. Oysa aydınlarda durum daha farklıdır.

Aydınların devrimcileşmesi sürecinde belirleyici öge bilinçlenme süreçleridir. Bilgi birikimleri iradelerini yönlendirir; kuşkusuz bir yol ayrımı yaşarlar; toplumsal çıkarlar için mi bireysel çıkarlar için mi sorusuyla karşılaşırlar. Aydınların değişik politik kesimlerinin ayrışmasında ana eksen, yol ayrımında ortaya çıkan iki ana doğrultudaki yanıtlardır. Kimi bireysel çıkarların, kariyerin burjuva yaşamın ve ilişkilerin yolunu tutar; kendi geleceğini sömürücü sınıfların gelecek ile bağlar kimi de bireysel ilerlemenin değil, toplumsal kurtuluşun yolunu tutar, kendi geleceğini işçi sınıfı ve emekçi halk yığınlarını geleceği ile bağlar. Burada da bireysellik yok olmaz.Ama toplumsal kurtuluş davası içinde erir. Asıl öge olmaktan çıkar. Diğer durumda ise,bireysellik temel öğe olmakla kalmaz.gitgide daha da pekişir,en uç noktaya doğru ilerler.

1937 yılında Urfa da doğan ve 11 Eylül 1984'te Fransa’nın Paris kentinde kanser hastalığında kaybettiğimiz Yılmaz Güney'in militan devrimci politikacı ve militan devrimci sanatçı kişiliğinin oluşum süreci, o iki yolu birleştirir. Yılmaz Güney güçlü yarı-feodal ilişkiler ortamında yoksullukla yaşamı arasındaki bölüşüm içinde, ama bir Kürt olması nedeniyle birkaç kez katmerli bir baskı ve horlanma koşulları içinde yetişmiştir. O'nun isyankarlığı, yetiştiği koşullar içinde dövülmüştür. Güney'in yaşamını bir bütün olarak düşündüğümüzde, devrimci bilincinin devamlı olarak bir gelişme ve ilerleme çizgisinde gelişmiş olduğunu kolaylıkla görürüz. Bu durum, ondaki isyankarlığın, baş eğmezliğin gitgide devrimci bir sınıf tavrı olarak kristalleşmesini getirir .Yılmaz'ın gelişme yönü hemen her boyutta en devrimci sınıfın, proletaryanın sınıf çizgisine doğru ilerlemiştir.

Yılmaz'ın devrimci sanatıyla devrimci politik kişiliği öylesine kaynaşmıştır ki, birini diğerinden ayrı düşünmek ve anlamak olanaksızdır.Burjuva demokrat eleştirmenlerin, ödlek sanatçı ve edebiyatçıların, öteden beri izledikleri, ama günümüzde daha da yoğun olarak sürdürdükleri, O'nun sanatını siyasal kişiliğinden ve siyasal eyleminden koparma çabaları bu gerçeği değiştiremez. Kendi özgün deyimleriyle bu ödlek aydınlar, faşizme, gericiliğe, emperyalizme karşı bir türlü gösteremedikleri kavgacılığı, Güney'in devrimci kavgacı kişiliğini savunmada gösterebilirler mi? Sanki o kavganın getireceği sonuçları göğüsleyebilecek özveriyi gösterme güçleri, işçi sınıfı ve çalışan halka güvenleri mi var? “Artık beni hiç kimse 'Bağımsız Türkiye' diye bağırtamaz” diyerek, burjuvazi önünde diz çöküp günah çıkartanlar, emperyalizme bağımlılık ilişkilerini örtbas etmeye yeltenenler Güney'in politik kişiliğine bir şey diyemezler ve onun devrimci duruşuna asla dil uzatamazlar.

Halkına hiç bir bağımlığı olmayan, hiç bir devrimci enerjisi olmayan, bireysel olarak en ufak bir özveriyi dahi göze alamayan burjuva liberal ve dönek yazar çizer takımı, Güney gibi bir dava ve sanat adamını savunmaya kalktıklarında çok gülünç durumlara düşüyorlar. Bol keseden, ama kendi ödlekliklerinden, sıcak köşelerini güvenceye almak için sözde Güney savunusunu dengelemek için, hem Güney'in politik inançlarını ve eylemlerini unutalım diyorlar; hem de bu yetmez gibi, kendi güvenliklerini sağlamak için, Güney'i “katil” ilan ediyorlar. Tam tiksinti verici bir iki yüzlü bir durum.

Güney'in politikacı ve sanatçı kişiliğinin karakteristik ögelerinden başta geleni, hem halkını tanıması, sorunlarını bilmesi ve hem de halkın davasına olan tutkulu bağlığı, yığınlara duyduğu güvendir. Bunu anlamayı başaramamış ve belki de yaşamlarında yığınlara hiç bir zaman güvenmemiş kimi aydınlar, Güney'de "sınıf bilinci edinmemiş halka olan tepki giderek halka karşı, halkı horlayan bir anlayışa gidiyor bunu hissetmemek mümkün değil" diye konuşabiliyorlar. Bu halk dalkavukları elbette işçi sınıfı ve emekçi yığınların, siyasal sınıf bilinci noksanlığını eleştiremezler. Çünkü, bu güç kendilerinde yoktur. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlara dalkavukluk yapmak kimseye sorumluluk yüklemez; ama, işçi sınıfı ve emekçi yığınların siyasal sınıf bilinci eksikliğini eleştirmek kişiye büyük özveriler gerektiren, günümüzde işkence tezgahlarında can vermekten, egemenlerin kôhne zindanlarında çürüme tehlikesini de getiren büyük sorumluluklar yükler. Bu sorumlulukları omuzlayabilmek için, Güney gibi tutkulu bir kavga adamı olabilmek gerekir. Güney elbette işçi sınıfının ve emekçi yığınların siyasal sınıf bilinci noksanlığını eleştirecektir.

Çünkü işçi sınıfı ve emekçi halk yığınlarına güvenmektedir. Onların kurtuluşu davasına tutkuyla bağlıdır ve zaferin yığınların siyasal sınıf bilinci edinmesiyle hazırlanabileceğini ve kazanılacağını bilmektedir. Güney halkını tanıyor, ülkenin temel sorunlarını da biliyordu. Sinema sanatı kuşkusuz. O’nun devrimci savaşımında en önemli silahıdır. Bu silahı gözü pekçe kullandı. Burjuva liberal görüşlerin tersine, sanatın siyasetin hizmetinde olduğunu şu ya da bu sınıfa hizmet edeceğini,onun kavgasını deslekleyeceğini, omuz vereceğini biliyordu. Ve 1970'ler sonrası sinema ve yazın çalışmalarını bu bakış açısıyla yürüttü. Bu sayısız zorluklarla dolu, sınırsız özverileri gerektiren, burjuvazinin sunduğu bütün nimetlerin bireysel çıkarların reddedilmesini zorunlu kılan tehlikeli ama onurlu devrimci bir yoldu.

Güney ,yalnızca bu yolu tutmadı aynı zamanda eğilip bükülmeden, kesin bir kararlılıkla ve son nefesine kadar devrimci onuruyla, alnı açık olarak bu yolda yürümeyi de başardı. Yaşamının en güzel yıllarını verdiği yıkılası köhne zindanlar bile onu, devrimci eyleminden alıkoymadı.

Güney'e karşı geniş emekçi halk yığınlarının derinliklerinde doğan efsanevi sevgi ve sempatinin kaynağında yığınların, Güney'in gerçekçi devrimci sinema sanatında kendini, kendi sorunlarını bulması yatar. Güney'in sanatı yalnızca bir ayna değildir. O halkın ve yığınların temel sorunlarını perdeye getirmekle yetinmez,yığınları sorunların çözümleri üzerinde düşünmeye sevk eder,sorunların kaynaklarını ve çözüm yolunu sinema sanatının tekniklerinden ve özgün anlatım olanaklarından yararlanarak göstermeye çalışır. Toplumsal kurtuluş temasını işler.

Güney'in kendini devamlı olarak ilerletebilmesinin temel dinamiklerinden birisi, kavrama ve uygulama yeteneğinin düzeyi, nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin işçi sınıfının, toplumumuzun sonuna kadar devrimci tek sınıf olduğunu, ve onun kurtuluşunun yolunu aydınlatan biricik bilimsel teorisinin Marksizm-Leninizm olduğuna inanmasıdır. Fakat bu Güneyin politik düşüncelerinin tümüyle proleter sınıf karakterin de olduğu ya da tümüyle Marksist-Leninist olduğu anlamına gelmez. Teorik donanımının eksikliğinin bilincinde olarak yorulmak bilmez bir çabayla teorik donanımını ilerletmeye çalışmış, üstelik bunu ülke devriminin sorunlarına ilişkin çözümler üretme çabasıyla iç içe birlikte götürmüştür. Güney'in her hangi bir devrimci örgüte katılmamış olması, eleştiri ve tartışma konusu yapılabilir, ama herhalde daha da önemlisi bunun nedenlerini, niçin böyle olduğunu aydınlatmaktır. Bu iki yönü kapsar: bir yön; Güneyin eksikleri, hataları ve belki de zaaflarıdır. Diğer yön ise; Güney'in politik düşünceleri bakımından onun için birer seçenek olabilecek yoğunlukların eksikleri, hataları, zaafları ve ek olarak Güney'e ve esasen aynı zamanda devrimci sanata ve sanatçıya yaklaşımlarıdır.

Komünistler, Güney'e sahip çıkmada, destek vermede vs. sorumluluklarını anlamada ve yerine getirmede başarılı olamadılar. Önce bunu yığınlar nezdinde ortaya koymalıyız. Burada temel faktör, devrimci sanatın devrimci mücadeledeki yerini ve önemini kavramadaki yetersizlik ve sığlıktır. Güney'e karşı gerekli duyarlılığın ve ilginin gösterilememesinin temelinde, devrimci sanatı karşı kuvvetli duyarlılığın ve ilginin gösterilememesinin temelinde, devrimci sanata karşı kuvvetli duyarsızlık noksanlığı ve ilgi eksikliği yatar. Bunun yanlışlığını ve yetmezliğini görüp bilince çıkararak bunun aşılması için gereken çabanın gösterilmesi gerekiyor. Bu sağlandığında Güneyi anlama daha kolay olacaktır.

Güney’in devrimci ve militan kavgacı gerçekçi sanatından ve politik savaşımından öğrenilecek çok şey var. Tutkuyla bağlı olduğu, uğrunda sayısız ve sınırsız özveriye katlandığı devrimci kavgasını zafere değin sürdürmek, onu yeni kuşaklara devrimci Güney olarak taşımak görevlerimiz arasında durduğunu unutmadan, ölümünün 32. yıl dönümünde Güney’i bir kez daha saygıyla anıyoruz.